Diksiyon Klinik

Köşe Yazıları

Havuz Problemi

Küçük, eli yüzü kir içinde, kocaman kara gözlü bir kız çocuğu arabanın camını tıkırdattı ışıkta beklerken. Tanrı vergisi sürmeli gözlü Ortadoğulu bir kız. Çaresiz ve yorgun bir küçük işçi gibi, avucunu açıp uzattı. Işık yanıp, arabaların hareketiyle de kendini havuzlu kaldırıma attı; bizim dilenen çocuklarla rekabette.Kim getirdi seni 1000 km uzaktan Ankara’ya, İzmir’e, Çanakkale’ye küçük kız? Ne yer, ne içersin; okula gider misin, gece nerede uyursun? Kim verir ilâcını, şekerini?                                                                                                   Hiç oyuncağın oldu mu? Roma sokaklarında dolaşırken esrimiş taş duvarların birbirine payanda olduğu yapılar, Her küçüklü büyüklü meydanda havuzlar, milat öncesi başlamış yapılanmanın bugüne kadar kâh koruyarak, kâh özellikleri benzetilerek resmin bozulmadığını görmek, Ankara ya da İstanbul’u bilenler için acı verici. Doğu Roma’nın bıraktığı 2500 yıllık taş duvarı ezerek beton tuğla karışımı 5 katlı bir ucube  anıt gibi yükselir birçok sokağında caddesinde kentlerimizin; yol kazısında çıkan “Tarihi Taş” bir iş makinesinin keskin dişli kepçesiyle kenara çekilir ülkemde. Beğenmediğimiz batıdaki memlekette ortalıkta dolaşmayan, sadece bazı sokak köşelerinde önündeki para kutusuyla sessizce oturan dilenciler bile özgün. Avrupa, dilenciye bile koşullar getirmiş; bazı ülkelerde boyunlarına asılı kimlik kartları var. Sokakları Suriyeliden geçilmeyen kentlerimizdeki görüntü Avrupa’da yok. Oysa burnumuzun dibindeki Yunan adalarında da gördük Suriyelileri; yüzlerce turistin dolaştığı sokaklarda yoklar. Kendilerine ayrılmış alanların dışına çıkamıyorlar. Nedenini sorduğumda polis; “Bu alandan çıkarlarsa geri dönerler” diyor. “Geri dönerler” kurallar katı, kurallar kimse tarafından çiğnenemiyor; kimse çıkarı için bu rezil göçü kullanamıyor. Paris, Atina veya Amsterdam için kurallar değişmiyor; yani birbirine benziyor. Aslında kurallar değil, sistemdeki anlayış benziyor birbirine. Yani sistem -kim gelse yönetici diye- kurcalanmıyor, ayarlarıyla oynanmıyor. Bizim sokaklarımızda da Arnavut Kaldırımı taşlar var oysa; bizim sokak lâmbalarımız da “Batılı” oysa. Bizim Medeni Kanunumuz çoğundan önce çağdaştı oysa. 1930’da “Fazla” veren bir bütçemiz vardı oysa… Neyimiz eksik ya da yanlış o zaman? Küçük, eli yüzü kir içinde, kocaman kara gözlü bir kız çocuğu arabanın camını tıkırdattı ışıkta beklerken. Tanrı vergisi sürmeli gözlü Ortadoğulu bir kız. Çaresiz ve yorgun bir küçük işçi gibi, avucunu açıp uzattı. Işık yanıp, arabaların hareketiyle de kendini havuzlu kaldırıma attı; bizim dilenen çocuklarla rekabette.                                                          Kim getirdi seni 1000 km uzaktan Ankara’ya, İzmir’e Çanakkale’ye küçük kız? Ne yer, ne içersin; okula gider misin, gece nerede uyursun?                                                            Kim verir ilacını, şekerini?                                                 Hiç oyuncağın oldu mu?

Fotoğraf

Kaymakam ahaliyi meydana toplayıp, yıkılmasına karar verilen mahalleleri saydı ve herkese yeni evler yapılacağını söyledi, sonra da koca iş makineleri vilayet yolundan gürültüyle gelip, işgal kuvvetleri gibi kasabanın mezarlık tarafındaki arsaya dizildiler. Haftasına kalmadı bir dizi ev dümdüz ediliverdi. Birilerinin para kazanmak için bunu tezgâhladığı söylentileri ile özellikle yıkılacağı söylenen bölgede oturanlar ayaklanmış ve vilayet yolu tarafına barikatlar kurmuşlardı. Komşu şehirlerden hatta başkentten bile gelenler olduğu söyleniyordu. Sonra jandarma geldi, onlar da barikatların karşısına yerleştiler. Oldukça kalabalık bir grup, bando takımıyla barikatların arkasında oyun havaları, türküler çalıp söylemeye başladılar. Kaymakam birkaç kez aralarına girip ikna etmeye çalıştıysa da başaramadı; hatta biraz da itiş kakış yaşandı. Ön saflarda; üzerinde “Ranta hayır” “Evimiz namusumuzdur” yazan beyaz gömlekleriyle bağdaş kurmuş -bazıları da kasaba dışından- adam ve kadınlar, o halaylar için bile yerinden kalkmıyor, ihtiyaç gidermeye veya yemeğe nöbetleşe gidiyorlardı. Kolluk kuvvetlerinin hemen arkasında yerleşen bir başka grup da; “İl olmak istiyoruz” “Hainler evinize dönün” “Yaşa Başbakanım; Büyüt bizi” sloganları ve pankartları taşıyordu. Yakın mahallelerin kadınları ve çocuklarıysa, her iki grubu da karşıdan gören bayıra dizilmiş, geç saatlere kadar çekirdek yiyerek bu yeni eğlenceyi izliyorlardı; yazlık sinemanın işleri bile bozulmuştu.  Deli Hasan iki grubun arasından kollarını havaya açarak ve çığlıklar atarak koştu, herkes sustu, jandarma komutanı şaşkın baktı. Her iki tarafta gülüşmeler oldu, seyirciler çekirdek çitlemeye devam etti. Bu bir kurgu; ama hiç yabancı gelmedi değil mi? Kentlerin siluetleri, kentlerin, insanlarının, kültürünün kimliğidir. Çok değil; 50’li yılların İstanbul’una, İzmir’ine, Diyarbakır’ına ait fotoğraflara bakarsanız özgün yapıları, taş yolları, tarihin eski çağlarından kalmış duvarları, binaları görürsünüz. Zaman zaman “40’lı Yıllarda İzmir” gibi başlıklarla sergiler açılır, insanlar hayranlıkla izler, kentin o zamanki görüntülerinden, Şu hangi cadde? Bu hangi meydan? Oyununu oynarlar. Sonra unutulur o görüntüler; üzerine siyah asfalt dökülmüş taş sokaklarda arabalarına park yeri arayıp, yıkılmış bir konağın arsasına yapılmış düz ve soğuk beton apartmanlarında geceye çekilirler. Sokağın alt başından bir kamyonetin arkasında davulunu çalarak hızlıca dolaşan Ramazan davulcusu “Uyanın” der; hatta hoparlöründen “Davul Kaydı”nı dinletir… Şimdi 20’li yaşlarında olanlar için bildikleri siluet 2000’li yılların başı. 2030 yılında bu fotoğraf bile kalmayacak.  Rant kurbanı demek yeterli değil kentler için; biraz da kimlik değiştirme gayreti var sanki. Geçmişe dair izleri, isimleri, tarihi unutturalım; genç olanlara daha kolay yutturulabilir, yaşamış olanlar da zamanını doldurup gider nasıl olsa. Yani yeni görünüm, kültürel kimliği ve geçmişi unutturabilmek için -başlangıç da olsa- bir adım. Zaman örter sonrasını. Birkaç eski mahalleyi “Restore” edip yutturmaya çalışmak yetmiyor olsa da. Avrupa kentlerinin çoğunda bugün, 30’lu yıllara ait bir film çekebilirsiniz; hatta daha öncesine. Binalar, meydanlar ve yerdeki taşlar aynen duruyor çünkü. Sokağı boşaltın yeter. Yeni binalar, yerleşim alanları bu kentlerin dışında yükseliyor; yani yer altı trenine 1930’da biniyor, 5 istasyon sonra 2017’de iniyorsunuz. Cami avlusunda toplanmış güvercinler telaşla havalandı. Deli Hasan, avlu kapısından içeri doğru koşunca namaza hazırlanan birkaç kişi de toparlanıp telaşla camiye daldı.  Hasan ortalıkta kimse kalmayınca, komutan edasıyla elleri belinde “Dağılın kâfirler” diye haykırdı ve hızlı adımlarla cami avlusunu terk etti. Yirmi katlı blokların kaba inşaatı devasa gölgeleriyle yükseliyordu; çevik bir hareketle şantiye tellerine tırmanıp, hayran hayran seyre daldı.

Çek Bir Referandum

Sokakta referandum, kahvede referandum, okulda referandum, gazetede, televizyonda, bakkalda, berberde, lokantada referandum. Televizyonda, radyoda haberlerin, tartışmaların odağında referandum var. Gazetelerin ilk sayfalarında referandum var. Hayatımız son birkaç aydır hep referandum üzerine kurulu. Her şeyi bilen uzmanlarımız akşamları saatlerce referandum konuşuyor; ‘evet’in, ‘hayır’ın ne kadar önemli olduğu üzerine tartışıyorlar. Gündemimiz her şeyiyle referandum yani. Bu referandum dedikleri nedir? Türkçesi; halk oylaması, oydaşma. Oydaşma; bir konu üzerinde karar birliği sağlamak demek. Referandum da aslında evet veya hayır üzerinde bir oydaşmadır. Yüzde kaç olursa bu bir oydaşma sayılır? %51 ile kabul edilen bir seçenek, çoğunluğun onayladığı anlamını taşır mı? Geriye kalan %49 istemiyorsa yani… %60 ve üzeri mi olmalı yoksa daha yüksek bir oran mı belirlenmeli; bunu tartışmayı uzmanlarımıza bırakalım.  Bazı siyaset bilimciler  –biraz bu gerekçeyle, biraz da halkın o konuda yeterli bilgiye erişip erişemediğinden emin olamayız diye-  referandumu kritik buluyor; daha doğrusu referandumu, konu tüm tartışmalardan ve yetkin ellerde oluşturulduktan sonra kullanmak gerekir diyorlar. Doğru tarafı da yok değil. Özellikle anayasa gibi karmaşık ve çok önemli bir başlıkta, halkın tamamının çok iyi bilgilendirilmesi, tarafların söylemlerinin tüm seçmene ulaştırılabilmesi şart. Bunu tartışmayı da uzmanlarımıza bırakalım; söylenecekler aynı olsa da, en iyi malzeme şimdi ‘referandum’ Referandum sözcüğünün köküne bakınca karşımıza yabancı diller çıkıyor; Bu sözcük Latince referre, relat- “geri götürmek, başvurmak” fiilinden +end ekiyle türetilmiş. Bazı kaynaklar doğrudan Fransızca réferéndum sözcüğünü gösteriyor. Zaten birçok Fransızca sözcüğü alıp, Türkçe söylenişe uyumlulaştırıp kullanmışız; televizyon, reflektör gibi. Türkçe karşılığı olsa da, öyle kullanmak havalı görünüyor. Referans sözcüğünün de aynı kökten geldiğini biliyoruz; tavsiye, kaynak göstermek gibi anlamları var dilimizde. Referandum, yani Halk Oylaması ile benzer anlamda kullanılan bir sözcük daha var; plebisit. Aslında referandumdan daha farklı bir anlamı var; belirli bir dönem iktidarı elinde bulunduranların, hazırladıkları bir anayasa taslağını blok olarak halkın önüne getirip, evet mi, hayır mı? Diye sormalarıdır. Bu, yönetene yeni yetkiler veren tek bir madde bile olabilir. Halk, hazırlık ve kararlar sürecinde yoktur; önüne konan ne ise, o anda kararını verir. Yani referandumda, konu olan her ne ise, halkın ve sivil toplum kuruluşlarının talebi ile şekillenir; plebisitte ise yöneten bir karar verir ve halkın önüne koyar. Genellikle, diğer siyasi aktörleri devre dışı bırakarak, yakaladığı rüzgârla halkın oyuna başvuru biçimi yani. Nazi Almanya’sında Adolf Hitler, iktidarını pekiştirmek için kullanmıştı örneğin. Plebs, eski Roma’da, ayrıcalıklı sınıf dışında kalan kalabalık halk sınıfına verilen isimdir. plebs meclislerinin aldığı karar anlamında olan Latince; plebiscitum kökünden gelir. 1789 Fransa devrimi sonrası da halkın iradesi olarak kabul görmüş. Halk meclisleri deyince sempatik geliyor ama yakın tarihte pek öyle kullanılmamış. Türkiye yakın tarihinde bir plebisit örneği var; Kurtuluş savaşından sonra, sınırlarımız dışında kalan Hatay için Cemiyet-i Akvam’ın (Bugünkü Birleşmiş Milletler) kontrolünde, 15 Nisan 1938’de plebisit başladı, ama devam edilemedi. Daha sonra 22 Temmuz-1 Ağustos tarihleri arasında yapılabildi, daha sonra 29 Haziran 1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne katılacak olan Hatay Cumhuriyeti kuruldu.  Halk oylamaları için de 6 örnek var Cumhuriyet tarihinde; Milli Birlik Komitesi tarafından hazırlanan 1961 Anayasası 9 Temmuz 1961’de halk oylamasına sunuldu. 1961 Anayasası, yüzde 38,3 “hayır” oyuna karşılık, yüzde 61,7 “evet” oyuyla kabul edildi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası askeri yönetimin belirlediği “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanan anayasa, 7 Kasım 1982’de halkın oyuna sunuldu. Bu anayasa, yüzde 8,6 oranında ‘hayır’ oyuna karşılık, yüzde 91,4 oranında ‘evet’ oyu aldı. Rekor ‘evet’ yüzdesi vardı, şimdi adı; “Darbe Anayasası” ve kimse istemiyor. Gelelim 3. Halk oylamasına; 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile getirilen siyasi yasakların kaldırılıp kaldırılmamasını oylamak için 6 Eylül 1987’deki halk oylamasında yüzde 50,2 ‘evet’e karşılık yüzde 49,8 ‘hayır’ sonucu çıktı. Böylece aralarında Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan’ın da olduğu eski siyasilerin, siyasi yasakları sona erdi. Siyasiler, yerel Seçimleri erkene alalım mı? Diye halka soralım dediler, 25 Eylül 1988’de         4. halk oylamasında sandığa gidenlerin yüzde 65’i ‘hayır’, yüzde 35’i ise ‘evet’ oyu kullandı. Yani halk “Erken yerel seçime hayır” dedi.          21 Ekim 2007’de yapılan 5. halk oylamasında seçmenlerin tercihi yüzde 68,9 ‘evet’, yüzde 31,1 ‘hayır’ oldu. Bu oylamanın sorusu; “Cumhurbaşkanını halk seçsin mi? İdi. Ve yapıldığı tarih açısından ironik bir halk oylaması var; 12 Eylül 2010’da seçmen anayasada 26 maddelik değişiklik paketi için sandığa gitti. Oy kullanan seçmenlerin 57,9’u ‘evet’ ve yüzde 42,1’i ise ‘hayır’ oyu verdi. Böylece, Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yeniden yapılandırılması, memura toplu sözleşme hakkı, askere sivil mahkeme yolunun açılması, kişisel verilerin korunması ve Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarının yargıya açılmasının da aralarında olduğu değişiklikler onaylandı. Seviyoruz heyecanı… 

Anne Bizi Neden Sevmiyorlar?

Bazı insanlar, diğer bazı insanlar tarafından sevilmezler; hatta “insan” olarak anılmaması için bilimsel(!) tezler uydururlar. 17. Ve 18. Yüzyıllarda, açık denizlere çıkabilecek gemiler yapan Avrupalılar, ellerinde garip haritalarla yola çıkarlar. Okyanusların azgın dalgalarıyla boğuşarak ve bazıları derin sularda kaybolarak, farklı kıyılara ulaşırlar. Tam olarak nereye gittiklerini bilemeden kimi Afrika kıyılarına, kimi de Amerika kıyılarına ulaşır.  Uzak doğuyu unutmayalım; sözünü ettiğimiz coğrafya oldukça geniş bir alan. Gittikleri yerlerde tatil yapmazlar kuşkusuz; sömürge kavramı o dönemde gelişir. Yerlileri ‘hayvan’ veya ‘insan olmayanlar’ olarak tanımlarlar.  Bunun nedeni araştırılırsa, yaptıkları işgal ve kıyımın haklı gösterilmesi gerekçesi ortaya çıkıyor. Bu gelişmiş(!) istilacılar, gittikleri yerde işlerine yarayacak her türlü madeni, gıdayı yine o koca gemileriyle kendi kral ve kraliçelerine taşıyıp, daha çok kaynakla daha uzaklara ve yeni maceralara yelken açarlar. Çok geride kalmış ve sadece tarih kitaplarının sararmış sayfalarında kalmış gibi görünen bu gerçekler sömürgeci mantığını açıklamak için en iyi deliller. Sevmedikleri ırkların, sevdikleri kaynakları… Sayfaları biraz daha hızlı çevirelim ve 19. Yüzyıla gelelim. Artık Avrupa’nın zengin ve güçlü ülkeleri olarak ortaya çıkan; İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya gibi güçler için kendi aralarındaki güç savaşlarının yanı sıra, kaynakları çok cazip gelen yakın doğu ve Ortadoğu bölgesinin de şekillendirilmesine, petrolün, gazın kontrolünün sağlanmasına dair plânlar yaparlar. Modernize edilmiş sömürgecilik yani. 1. Dünya savaşının başlaması da, sonrasında Anadolu’nun başına çorap örülmesi de aynı nedenlere bağlı. Bilinenleri tekrar anlatmaya gerek yok elbette; batının tek hedefi olan; Osmanlı hükümranlığını Asya’ya doğru sürme gayreti, çelik silahlarının Anadolu’da kayalara takılıp kalması ile sekteye uğrar. William Ewart Gladstone örneğini verelim; İngiliz politikasının en önemli simalarından biri, 1875 ve sonrasında Osmanlının toprak ve saygınlık kaybında başrolü oynamış. Ama daha önemlisi; politikasını Hıristiyanlığın üstünleri temsil ettiği fikrine dayandırmış ve her söyleminde Osmanlıyı Avrupa’dan sürmek, etkisiz kılmak var. Bugünün Avrupa’sında kaç W.Gladstone var? Türkiye’nin Avrupa birliği serüveni tam bir yılan hikâyesidir; gün oldu görüşmeler askıya alındı, Avrupa’ya nefret gösterileri yapıldı, gün oldu bize ’evet’ dediler diye gündüz vakti havai fişekler atıldı. Şimdilerde yine küstük.   Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri 31 Temmuz 1959’da, tam 57 yıl önce Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusuyla başlar. AET Bakanlar Konseyi başvuruyu kabul eder ve 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanır; üyelik koşulları gerçekleşene kadar geçerli bir olacak bir ortaklık anlaşmasıdır bu. 1964’den bu yana krizler ve el sıkışmalar, aile fotoğrafları ile geçen yıllar. Bu arada Avrupa’da bazı yeni ülkeler ortaya çıkıp Avrupa Birliği üyesi oldular unutmayalım. ANNE BİZİ NEDEN SEVMİYORLAR? Neresinden başlasak ki anlatmaya?

Ekonobankanomi

Ekonominin 2 temel ayağı vardır; gelirler ve giderler. Yani kaynakların vardır, o kaynaklardan gelir elde edersin. Bir de temel harcamaların vardır, gelirlerin bir bölümünü onlara harcarsın; elinde para kalıyorsa gelirin giderinden yüksek demektir; yani tasarruf edebileceğin ya da yatırım yapabileceğin bir miktar vardır. Bir aile bütçesi düşünün; aylık olarak geliri ile temel gideri arasındaki fark başka harcamalar için de artabiliyorsa ister tasarruf edip biriktirebilir, isterse daha fazla alışveriş yaparak onu harcar.  Aslına bakarsanız bu ailenin para harcaması, ülke ekonomisinin canlanması açısından önemlidir; para döner, esnaf kazanır, otomobil satılır, vergiler ödenir vs. Yani o ailenin gelirini, temel harcamalarına kıt kanaat yetecek düzeyde tutarsanız, ekonomiyi canlandıramazsınız. Yapabilirsiniz ama borçlandırarak. Yani bankalardan krediler, kredi kartları verirsiniz; kendi parası varmış duygusuyla en yeni model cep telefonlarından ithal kaşar peynirlerine, hybrit otomobilden 3 katlı villaya kadar alışverişler yapılır. Ekonomi canlandı sanırsınız… Bankalar ödeme beklerler, yavaş yavaş sıkışıklıklar başlar; gelir aynı gelir bizim ailede. Sonra bildik senaryolar oynanır; takipler, icralar, satışlar; mutsuzlar ordusu yani. Bankalar emlâkçılığa, oto galericiliğine başlarlar mecburen; yok pahasına satılan evler arabalar, yeni kaynak arayışına çıkan aileler. Uzmanlardan yorumlar gelir; “ayağınızı yorganınıza göre uzatın” İnsanlar isyan eder; “İyi de bu yorgan zaten küçük, büzülüp yatsak da sığamıyoruz ki” Bankalar öne atılır; “Yeni krediler verelim, önceki mi? Onu yapılandırırız” Devlet araya girer hafiften; “Vatandaşı bankalara ezdirmeyiz; vadeler uzasın, faizleri de birazcık çekiverin canım” Tüketici dernekleri dosyaya boğulur. Araya tefeciler karışır;” ödeyemiyorsanız bizi arayın; borcunuzu öderiz, biraz fazla faizle ödersiniz; hele bir de ipotek edecek bir mülk falan varsa korkmayın” “Ekonominin 2 temel ayağı vardır; gelirler ve giderler. Yani kaynakların vardır, o kaynaklardan gelir elde edersin. Bir de temel harcamaların vardır, gelirlerin bir bölümünü onlara harcarsın” demiştik. Sorun, temel harcamalarına yetecek gelirinin olup olmadığı. Yıllarca konuşuldu; memur pazarda limon satabilir mi?  Geçinemiyorsa satabilir ama utanç verici olan onun onurunu, üzerine limon dizmek için tezgâha sermesine izin vermek; kimse bu tarafını konuşmadan sadece 657 üzerinden tartışmalar yapılır. Daha ilginci de, gidin şu alışveriş merkezlerine, kasanın yakınında 10 dakika gözlemleyin; insanların cüzdanlarında kaç kredi kartı var… Gelirinin 3 katı limitle sunulmuş birkaç kredi kartı. Gidin sorun bakalım bankalara; kredi kartı verilirken ne soruyorlar? Ödeme güçlüğüne düşenlerin hatalı oldukları açıkça belli de hırsızın hiç mi suçu yok? “Yahu ekonomi senin neyine; ekonomist değilsin, ekonomiden ne kadar anlarsın ki? İşte ülkemizin gerçeği; herkes her konuda yazıyor, konuşuyor…” diyeceksiniz. Haklısınız da, ben de hep eleştiririm; uzmanı değilseniz konuşmayın. Ama bütün gazetecilerin; uluslar arası ilişkiler uzmanı, bütün profesörlerin; iç ve dış siyasette bilgili, tüm TV sunucularının; sosyolog olduğu bir ülkede, biraz ekonomi konuşmuşum; çok mu? Zaten zor değil ki; ekonominin 2 temel ayağı var; gelirler, giderler…

Arka Oda

Şu sıralar eğitimin içeriği ve elbette kurumları üzerine çok konuşu(yoruz)luyor.  Kurumsal değil de, insan bilimi ve “Benlik” açısından bakarsanız camın ardında neler var? Biraz kavramlardan söz edelim. Eğitim: “Belli bir bilim dalında, belli bir konuda bilgi ve beceri kazandırma, yetiştirme ve geliştirme işi” “Yeni kuşakların toplum yaşamında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları edinmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme. Eş anlamlısı: Terbiye”   (Google) “Semantik açıdan (Lâtince) educare fiilinden gelir; inşa etmek, ayağa kaldırmak, dikmek” (Vikipedi) Yıllarca belki de eğitimin anlamını  –sözlük tanımları dışında-  öğrenmeden ya da birileri size açıklama gereği duymadan eğitim(ler) aldınız. Şimdi söyleyin bakalım; eğitimli misiniz? Cevap şu olabilir: Hangi açıdan? Yani soru şu: Okulları ve mesleğini bir yana koy; eğitimli misin? Yani hangi meslek dalında olduğunu değil de, ne öğrendiğini, kim olduğunu anlat…                                                   Hangi becerilere sahipsin, kendini geliştirmek için neler yaptın? “Kişiliğin ve Kimliğin Gelişmesi” kavramı senin için ne ifade ediyor?   Yapmak istediklerin engellenirse ne hissediyorsun; boşuna mı kendini geliştirdin? Yapmak istemediklerin için zorlandın mı, kızgın mısın? Bu nedenlerle boşluğa düşüp; umutsuzluğa kapıldın mı? “Neden kendimi geliştirmek için uğraştım ve hatta neden yaşıyorum ki? Dediğin oldu mu kendine? Seni terbiye etmek için uğraşanlar olduğunu fark edip, kimlik bunalımı yaşadın mı? Dikkat ederseniz yukarıdaki soruların ortak noktası “Kişilik” “Bir kimseye özgü belirgin özellik, manevi ve ruhsal niteliklerinin bütünü, şahsiyet” (TDK) “Yetenek ve özellikleriyle toplumsal yaşamda etkili olan insanı, kendine özgü ve benzersiz bir varlık olarak dile getiren kavram” (Vikipedi) Her bireyin “Tek” olduğunu, benzersiz ve en önemlisi “Yetenek ve özellikleri ile toplumsal yaşamda etkili…” olduğunu öne çıkarıyor tanımlar. Kişiliğinizle, özgün düşünceleriniz ve varlığınızla ne kadar görünebiliyorsanız, o kadar bireysiniz demektir. Kendi olamayan, kendinin bilincine varamayan birey olamaz… Birey: “Toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal, iradeyle ilgili nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert” (TDK) Her ne kadar toplumsal rolü tanımlarken; “İnsan sosyal bir varlıktır. Sosyal çevresi olmadan; yani diğer insanlar olmadan yaşayamaz. Bitki, toprağı olmadan nasıl ayakta kalamazsa, insan da başka insanlara gereksinim duyar. Sosyal besini, vitamini, minerali emer. Paylaşmak, duygulardan ve çevresinden beslenmek ve yeniden paylaşmak durumundadır… Sosyal çevre özellikleri insana doğduğunda belirlenmiş olarak sunulur. Birey geliştikçe bu halkaları nitel ve nicel olarak geliştirir, beslenme alanı değişir ve gelişir” desek de, sosyal varlık olabilmek, toplum içinde kendine yer açabilmek, ne kadar “Birey” olabildiğinize bağlı. Bunlar eğitimin arka odasında gizli; aramaya kendinizden başlayın… Bir daha soralım; Yapmak istediklerin engellenirse ne hissediyorsun; boşuna mı kendini geliştirdin? Yapmak istemediklerin için zorlandın mı, kızgın mısın? Bu nedenlerle boşluğa düşüp; umutsuzluğa kapıldın mı? “Neden kendimi geliştirmek için uğraştım ve hatta neden yaşıyorum ki? Dediğin oldu mu kendine?

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; sürekli hareket halinde ve konuşulacak çok konu var. Yıllarca bereketli haber programları yapmamıza olanak sağladı bu dinamik yapı. Konu hiç bitmiyor; dış politika ve iç politikadan haber bolluğu, sıradan adli olayları bastıran sıcak gelişmeler… Ve bu arada haber izlemesi yaptığımız TV – Radyo kanallarının yayınlarında konuşma özürlü muhabir ve anlatıcılar. Konu öyle sıcak ve meraklandıran özellikler taşıyor ki, dile dikkat edecek haliniz kalmıyor. Kimi spikerler, bir önceki ustalarından kaptıkları uzatmalarla, kimi sunucular-muhabirler bağırarak haber vermenin “Bu işi çok güzel yapıyorum” duygusuyla birbirlerinin üzerine basarak “Haber” üretiyorlar. Hiç kimse, bu işin yayın konusunda uzmanlaşmış yabancı kanallarda nasıl yapıldığını incelemiyor. Kocaman haber kanallarımızın -genellikle muhabirlikten gelme- haber spikerlerinin, çokça izlenen haber-tartışma programı sunucularının dili katlederek yaptıkları sunumlar kahredici. İzleyen çoğu insan farkında değil ama çok önemli sonuçları var. Birincisi; TV ekranındaki kişi, sokaktaki insan için önemli bir modeldir. O ne ve nasıl yaparsa, nasıl sorar, nasıl konuşursa doğru ve güzeldir. Yani onun gibi olmak ister; onun gibi konuşur. İkincisi ki bu en önemlisi; çocuklar model alma konusunda çok önceleyici ve hızlı kayıtçılardır. Yani sadece haber/program sunumları değil; sıradan programlar, çocukların da izlediği tüm yayınlar sorumluluk altında.  Hızlı gittim sanırım; ama hem komik hem endişe verici bir gözlem bu. Okulda karşıma çıkan genç insanların konuşmadaki özensizlikleri üzücü. Ne mi yapmalıyız? Bunu konuşmalıyız; siyaseten zor ve karmaşık günlerde olabiliriz ama bu da geleceğimiz işte; konuşmayalım mı?

Kendiniz Hakkında

Ben kimliği belli bir bireyim. Ama kendim hakkında bilmediklerim var mı? Nasıl bir eğitim aldım (ya da alıyorum)? Kullandığım dil hakkında ne biliyorum? Onu gereğince kullanabiliyor muyum? Diğer insanların beni anladığından emin miyim? Aynada gördüğüm ben, gerçek ben mi? Bu bedeni her gün görüyorum; onu tanıyor muyum; yeteneklerini ve neler yapabileceğini biliyor muyum? Daha nice soru sorabilirim bu konuda, uzar gider sayfalar dolusu. Sormak istediğim şu aslında; kendinizi doğru ifade edebilmek için, içinizde var olan enerjiyi ve yetenekleri kullanıyor musunuz, ya da kullanmak için çaba harcıyor musunuz?  KONUŞMA Her birey -fiziksel ya da zihinsel bir engeli yoksa- kurgulama ve konuşma elemanlarına sahip olarak doğar. Öğrenme ve eğitim süreçleriyle bunlar pekişir.  Basit olarak; soluk alınır, konuşma elemanları aldıkları emirlere göre ardışık hareketlerle biçimlenir, üretilen ses de konuşmaya dönüşür. Burada öğrenilmesi gereken çok fazla birşey yok yani. Sorun o konuşma eylemini teknik ve duygusal olarak doğru biçimlendirmekte. Çözülmesi gereken de, yukarıda sözünü ettiğimiz “kendini doğru ifade edebilmek” becerisini gösterebiliyor musunuz?Bu ancak kişisel gelişim eğitimleri ile olanaklı. “Ben doğuştan yetenekliyim” diyorsanız, bu yazının başına dönün, bir daha okuyun…